14 Eylül 2020 Pazartesi

Bir şair vardı: Yesenin

Maalesef kendisi bir ruh hastasıydı, bu kadar lirik şiirlerin çıkmasının sebebi de budur. ruh hastası olmak sapık bir katıl olmak demek değil, ciddi bir ruh hastalığı olmasıdır. yesenin akıl hastanesinde de yatmıştır ama maalesef düzelemedi ve öldü. 



İlya Ehrenburg'un kaleminden Yesenin:


Çok soğuk bir kış günü Yesenin’e Tverskaya Caddesinde rastladım. Halis  bir kahve içmek için «Kislovka» adını taktığı esrarlı bir yere gitmemizi teklif etti.

Bize kapıyı açan kadın sevinçli bir eda ile “Sergey Aleksandroviç, diye bağırdı, sizi dört gözle bekliyordum” Komodinin üzerindeki biblolara, eski İngiliz gravürlerine bakılırsa, eskiden varlıklı bir kadınmış; şimdi ise aktörler, yazarlar, karaborsacılar için ‘gizli’ bir restoran işletiyordu.  Yesenin kadının kulağına bir şeyler fısıldadı. Hemen masanın üzerinde bir kahve takımı, şekerlik, pastalar, hatta küçük bir sürahi likör de peyda oldu. Ben, daha çok bir keşiş yaşamı sürüyordum. Bu çeşit yerlerin bulunabileceğini aklıma bile getirmemiştim. Şaşırdığımı gören Yesenin bir çocuk gibi sevindi: «Paris kahvelerinden ne farkı var?» dedi

Ev sahibi kadın Yesenin’in kravatını övdü, o yine sevindi. Sırtında açık renk bir ceket, ayağında da rugan iskarpinler vardı. Gelip geçenler onu tanıdıkça, bir köy delikanlısı gibi gülümsüyor, koltuklan kabarıyordu...

Çok az içtik. Sürahi küçücüktü. Ama bu sıcak ve rahat odadan bir türlü ayrılmak istemiyorduk. Yesenin beni adeta şaşırttı: Resimden söz etmeye başladı. Geçenlerde Şçukin’in tablo koleksiyonlarını gidip görmüş, Picasso onu çok ilgilendirmiş. Meğer Verlaine ile Rimbaud’yu da çevirilerinden okumuş. Sonra Puşkin’den şiirler okumaya başladı.

Birdenbire Mayakovski ye çatmaya başladı: «Tit ve Vlas*… Peki, bundan ne anlıyor? Hatta anlamış olsa ‘bile bunun şiirle ne ilgisi var?» sözleri beni hiç de şaşırtmamıştı. Bundan bir süre önce Politeknik müzesinde, Mayakovski ile Yesenin’in bütün bir akşam birbirlerine nasıl küfür ettiklerini dinlemiştim. Ama yine de Yesenin’e Mayakovski’nin kendisini neden böylesine sinirlendirdiğini sormaktan kendimi alamadım. Yesenin’in cevabı şu oldu : «O, bir şeyler için şairdir, ben ise, bir şeylerden ötürü şairim… Neden ötürü olduğumu kendim de bilmiyorum. O yetmiş yaşına kadar yaşayacak, onun heykelini dikecekler… (Yesenin her zaman delice şöhrete düşkündü. Heykel onun için tunç bir anıt değil, ölümsüzlüğün bir sembolü idi). Ben ise, onun şiirlerinin yapıştırıldığı tahta perdenin dibinde geberip gideceğim… Ama ben yine de kendimi onunla değişmem.» Ona itiraz etmeyi denedim. Yesenin’in neşesi yerindeydi. istemeyerek Mayakovski’nin bir şair olduğunu kabul etti, ama «önemli bir şair değildi»; diye ekledi. Yeniden Puşkin’den şiirler okudu : «Ah, onun gibi şöyle bir dörtlük yazabilsem, ondan sonra ölsem de gam yemem… ben herhalde yakında öleceğim  »

Sokakta vedalaşırken, Yesenin : «şiir pasta değil ki onu ruble ile satın alasın!..» dedi. Bu sözleri hatırladım. Bunlar beni şaşırtmıştı: O gün ilk defa onu görüyordum. Oysa onunla daha önce tanışmıştık. Şiirlerini de çoktandır seviyordum.

1917 yılı sonbaharında, Petrograd’da, genç şair kadınlarımızdan M. M. Şkapskaya beni evine çağırmıştı. Kendisini Paris’ten tanıyordum.

Masanın başında, sırtında köylü gömleğiyle, N. A, Klüyev oturmuş, tabaktan, gürültülü gürültülü çay içiyordu. Onu hemen, binlerce defa tekrarlayıp artık iyice ezberlediği bir rolü oynayan bir aktöre benzettim. Genç, çok yakışıklı bir delikanlının gelişiyle, konuşmamız kesildi. Gelen yakışıklı delikanlı gülümseyerek kendini tanıttı: «Yesenin», sonra ekledi: «Sergey, Servoja…» gözleri mavi ve saftı. Şkapskaya ondan, bir şiir okumasını rica etti. Karşımda büyük bir şair bulunduğunu hemen anladım. Ama o gülümseyerek çıkıp gitti.

Sonraları onunla bir kaç sefer Moskova’da karşılaştık Şiirden, olaylardan söz ettik. Mayakovski, heyecanım, ülküsünün emrine vermişti. Yesenin ise «Momino», «Pegas’m hayvan bölmesi» gibi şiirlerle (kendisinin bana söylediği üzere) «Delilikler edebilir »di. Ama o, hiç düşünmeden, o anda aklına nasıl eserse öyle şiir yazardı. Sonunda, manevi yenilgisini kabul ederek şöyle demişti 

Her şeyi kabul ediyorum

Her şeyi olduğu gibi kabul ediyorum

Bütün ruhumu Ekim’e, Mayıs a veririm.

Ama, yalnız sevgili lirimi vermem.

Mutluydu.

Mayakovski, anlamamazlıklarla, kimisinin alaylarıyla, kimisinin soğuk davranışlarıyla savaşmak zorunda kalmıştı. Oysa Yesenin’i anlıyorlardı. Daha sağlığında seviyorlardı. Onun şiirlerinde öylesine bir içtenlik, öylesine olağanüstü bir ahenk vardı ki, onun meyhanelerdeki o çirkin davranışlarını duyup ona kızanları bile büyülüyordu. Şöhreti hayal ediyordu. Şöhretle, gırtlağına kadar doydu. Yirmi beş yaşlarında bulunduğu sıralarda, annesiyle babasına şöyle seslenmişti:

Oh, oğlunuzun bütün Rusya’da

En iyi bir şair olduğunu!

Bir bilseniz.!


İlya Ehrenburg

Kaynak   İlya Ehrenburg  Anılar

Çeviren Ali Ediz.  Kuzey Yayınları Birinci Baskı 1985

25 Ağustos 2020 Salı

attila jozsef: düşlerini gece görmeyen şair

 Budapeşte'de doğan Jozsef, zor bir çocukluk ve ilkgençlik geçirdi.Fakir bir ailenin üç çocuğundan biriydi. Babaları küçük yaşta onları terk etmişti, Bu ağır yükün verdiği sorumluluklarla annesi tek başına çocuklarını büyütmek için büyük çabalar harcadı. Attila Jozsef'e bakamayan annesi onu  bir aileye evlatlık verdi ne var ki. Jozsef o ailede şiddete maruz kaldı.Burada yaşadığı zorlukları daha sonra dizelerinde aktarmıştır:

“Oysa ben de çocukluğumda / nedensiz dayak yedim çoğu kez,/ bir tek iyi söz etseler/ yapardım oysa istenen her şeyi. / Biliyordum-annem de uzakta akrabalar da/beni dövenlerse yabancı (…) Özgürlük, gel! Sen bir düzen doğur bana,/iyi sözlerle eğit, bırak oynasın/senin ağırbaşlı oğlun...”
Babasızlık, diz boyu sefalet, umutsuzluk, sürekli korku..


İşte bu dizelerle yaşadığı zulüm ve zorbalığı bizlere anlatıyordu.

Çocuk dünyasını dolduran açlığı, acıyı ve annesinin yüzünü şiirlerinde sıkça dile getirmiştir Attila.

Diğer iki kardeşiyle birlikte, annelerinin çocuklarına bakmak için insanüstü bir çabayla çalışmasına ve sonunda yorgunluktan hasta düşmesine şahit oldu, ve bir aileye evlatlık verildi daha sonra annesinin yanına geldi ve evin geçimini sağlamak için pek çok işte çalıştı. 14 yaşındayken annesini kaybetti, bir yandan yalnızlık annesiz ve babasızlık diğer yandan şizofreni gibi zor bir hastalıkla mücadele ediyordu. yazdığı şiirler yüzünden okuldan atıldı, marto vago isimli üst zümreden bir kıza aşık oldu, kısa süreliğine aşk yaşadılar. bir süre sonra aşk sanrılarıyla ve paranoyak sanrılarla kıvranan jozsef iyice ruhsal olarak bitkin düştü, bir süre akıl hastahanesinde yattı. Sosyalist düşüncelerindeki kişiler bu sanrıları bahane göstererek onu partiden ihraç ettiler..

Birçok kez intihar girişiminde bulunan şair, 31 yaşındayken kendisini bir trenin altına atarak yaşamına son verdi. Daha sonra adına ve anısına intihar ettiği tren garında bir anıt heykeli dikilmiştir.

Şairimizin son dönemde yazdığı şiirler açık ve durudur. İmgeler ve düşünce bileşimleri cesur olduğunca yapıları da sağlamdır. ‘Şiir Sanatı’ adlı böyle bir şiirinden: “Açtım davacı ağzımı, örtmem bir daha. / Duysun yakındığımı Sağduyu./ Gözü üzerimde çağın, hazır yardıma: / Köylünün kafası benimle dolu. / * /Diyorum ki büyümedi insan daha / Öyle sanıyor ama, bilmiyor haddini. / Göz önünde bulundursun hiç olmazsa/ İki büyüğü onu: Us ve sevgi./



tertemiz yürek

ne anam var, ne babam.
ne yurdum var, ne tanrım.
ne beşiğim var, ne kefenim.
ne sevgilim, ne aşkım, ne evim barkım.

tam üç gün var açım,
komadım ağzıma bir lokma.
veririm ömrümün yirmi yılını,
gücümü kuvvetimi, varımı yoğumu.

kim alacak onları? hiç kimse.
şeytan isteyecek onları benden.
bu tertemiz yüreği, bu iyi kalbi
ne diye çalıp öldürmemeli?

alacaklar gelip bir gün beni,
koyacaklar kutsal, karanlık toprağa.
gelecek bir ot uzanacak alacak
şu güzelim yüreğimden gücümü.

çevirenler: a. kadir - asım bezirci




23 Ağustos 2020 Pazar

Kendi şerefine bir kadeh içen Müzisyen

                                                      Kendi şerefine bir kadeh içen Müzisyen 
                                                                    FRANZ SCHUBERT


Franz Schubert;  31 Ocak 1797 yılında Viyana'da doğmuştu, Çağdaş sanatçı Beethoven gibi o da yoksulluk içinde büyümüştü. Kendisini müziğe ve sanata adamıştı.
Schubert Viyana yakınlarında Lichtental'da 31 Ocak 1797'de dünyaya geldi. Babası Çek asıllı bir öğretmen, annesi Polonyalı bir ev kadını idi.
1813'de henüz 16 yaşındayken ilk senfonisini yazdı, hatta bir de opera bestelemeye çalıştı.
1822'de, henüz 25 yaşındayken yaşamının zorlu yılları başladı. Frengi hastalığına yakalandı, tedavi için hastaneye yatırıldı. Bu hastalıktan dolayı cildinde kırmızı döküntüler oluştu ve saçları dökülmeye başladığı için peruk takmak zorunda kaldı. Arkadaşlarına şiddetli baş ağrılarından ve piyano çalmasını engelleyen sol kolundaki ağrıdan bahsediyordu. Kendisini mutsuz hissetmesine neden olan hastalıkları 1824'ten itibaren depresyon belirtileri arttı. Aldığı telif ücretleri çok düşük olduğu için maddi sıkıntılar içindeydi ve eleştirmenler tarafından beğenilmiyordu. 70 kadar şarkısında şiirlerini kullandığı Goethe'ye bu eserlerini ithaf etmek istediğini yazdığı mektubu, Goethe tarafından okunmadan iade edildi. Tüm bunlar Schubert'in depresyonunu artırdı.
Küçük yaşlarda Müziğe olan ilgisi giderek arttı ve yavaş yavaş biriken ilgi yerini sanat ve eser üreten bir sanatçı kişiliğine bıraktı,ne var ki, Schubert'in ömrü çok kısa sürecekti. Schubert'in birçok eseri bugün tekrar tekrar hayat bulmaktadır. Ave Maria, Serenade, Der Lindenbaum, Litanei vb gibi.
Bu kadar çok yaşamak ve üretmek isteyen sanatçı Beethoven ile dostluğunu peşiktirmiş ve Beethoven'un ölümünden sonra 1827'de onun cenazesinde 38 meşale taşıyandan birisi olmuştur. Dostuna son kez veda edip ona görevini yerine getirmişti. Fakat ne var ki, Beethoven'in ölümünden sonra arkadaşlarıyla beraber beethoven'in ve bir sonraki ölecek kişinin anısına meyhane'ye gidip bir kadeh şarap içtiğinde kendisi için içtiğinin farkında olmayan müzisyendi, çünkü o yıl schubert'in hayatta geçirdiği son yılıdır.
Franz Schubert, 1822 yılında bir hayat kadını ile girdiği ilişki sonucu Frengi hastalığına yakalandı.

19 Kasım 1828'de hayata veda eden besteci Viyana Merkez Mezarlığına, Beethoven'in yanına gömüldü

Schubert'in yaşadığı dönem klasik müzikte romantik akımın başladığı döneme denk gelir. Romantizmin ruhsal değişkenliklerine, çekiciliğine ve arayış dolu dünyasına yatkındır.[3] L. Pamir'e göre "eşsiz ezgileri, ritim çeşitliliği, hafızada tutulan melodik cümleleri, beklenmedik modülasyonları ile Schubert en büyük müzisyenler arasındadır.[4] Bazen bir günde 5-6 beste yazan[3] Schubert için Liszt şöyle demiştir: "Kuş için uçmak ne kadar doğalsa Schubert için de beste yapmak o kadar kolay ve doğaldır. Bugüne kadar gördüğüm en şair müzisyendir"[3]



6 Mart 2015 Cuma

Ben Annemi Seviyorum..

Çok az kişi tarafından bilinen harika romanların başında gelir... Ünlü Ermeni yazar William Saroyan'ın bu eserinde insanların kendilerini bulmaları çok rahattır....
Bu kitabında Saroyan 9 yaşında küçük bir kız çocuğunun(Twink) annesiyle (aynı zaman arkadaşı) yaşamını ve birlikte tiyatro maceralarını konu almıştır. Bu küçük kızımızın Annesi ve Babası ayrılmıştır 9 yaşındadır ve mahkeme sonucu annesiyle yaşamayı seçmiştir. küçük erkek kardeşi ise babasıyla kalmayı seçmiştir.
Aile bir anda darmaduman olmuş, eski günler anılarda kalmıştır. Babayla küçük kardeş Paris'e gitmişlerdir.. Annesi ve çok sevdiği çekirgesi, kurbağacığı ( küçük kızı ) ise Macorina Lane'de kalmışlardır. Annenin hep bir hayali vardır büyü bir tiyatro yıldızı olmak. Tiyatro yıldızı olmak için  kızıyla birlikte New York'a gider ve orada ünlü bir tiyatro eğitmeni Cranshaw ve ünlü bir menajer olan Mike McClatchey ile tanışır, fakat kendisi yerine kızının beğenilmesi üzerine hayal kırıklığı yaşar kızının ilk başlarda tiyatroda rol almasına karşı çıkar fakat zamanla kabul eder. Bunun üzerine tiyatro yazarı Emerson bir jest yapar ve yeni bir senaryo yazar ve anne kıza birlikte rol verir. Herkes tarafından beğenilen bu senaryoda artık hem anne hem de kız rol alacaktır. Bu eğlenceli tiyatro oyunu için çok çalışan  ve kurbağası ,büyük gün, tiyatro sahneleneceği gün bir sürpriz yapılır ve Paris'ten birileri onları izlemeye gelir..

Ben Annemi Seviyorum Say yayınları ilk kez tarafından basılmıştır. fakat günümüzde yayını durdurulmuştur bu yüzden yalnız eski sahaflarda bulmak mümkündür.
Saroyan bu kitabında insanlara anne ve evlat sevgisinin bağını ve bu uğurdu birlikte bir şeyler için çabalamayı aynı zaman ailelerin boşanmalarında oluşacak sorunları göstermektedir. Bir çocuk için en kötü şeylerden biri kardeşlerinden ve ebeveynlerinden ayrılmak zorunda kalmaktır. kitabın sonundaki buluşma ile mutluluğun ikiye çıktığına görmek mümkündür...

20 Şubat 2015 Cuma

İki güzel insan bir karede: Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya...

Bir arkadaşları anlatıyor: ''1970 yılında Sağmalcılar Cezaevi'nde İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş ile  birlikte kaldık.. İbrahim'in bir gün Denizlerle tartışması oldu.Deniz arkadaşımız tabii uzun boyludur, 1.92 boyundadır uzun boyludur. İbrahim benden kısadır yani benden kısadır. Şimdi tartışıyorlar ama çok yoğun tartışıyorlar biraz daha ilerlese kavgaya da dönüşebilir. Orada Vural diye bir arkadaşımız vardı sendikacılık yapıyordu.. O da hep esprili idi.. geldi dedi ki:'' İbrahim dedi sen bunlarla ne diye tartışıyorsun? (Deniz tabii 192 boyunda.) elini yukarıya kaldırdı.. Bunlar DEV-GENÇ'li '' dedi... Tabii o sırada tüm gerginlik gitti ve herkes gülmeye başladı..


 İbrahim Kaypakkaya (ayakta sol başta) Deniz Gezmiş (ayakta sağdan ikinci) Sağlmacılar Cezaevi 1970..

13 Şubat 2015 Cuma

Aşk Nedir?

Aşk, çağlar boyunca insanların kafasını meşgul eden ve etmeye devam eden bir duygu durumu. Bir sözcük belki de hiçbir zaman bu kadar derin etkilememiştir. Aşk aynı zamanda sanatta yaratıcılığın temel ölçütlerindendir.
Erich Fromm Aşk için Sevme Sanatı adlı yapıtında şunları söylüyordu: '' Aşk; Sık sık rastlanan <<büyük aşk>> diye tabir edilen (çokluk kitaplara, filmlere, müziklere konu olan) bir yalancı sevgi biçimi de putlaştırılmış sevgi biçimidir.'' açıkçası bu söylem üzerinde biraz düşünüldüğünde hak vermemek elde değildir. Aşk insanların bir beklenti içerisine, karşılık beklentisi içerisine girdiği bir şeydir.
Bu yüzdendir ki, insanlar hep bir karşılılık bekleme içerisinde olmuşlardır. Sevgi ile Aşk birbirine karıştırılmamalıdır bu yüzden..

Gerçek Sevginin içerisinde hiçbir zaman karşılık bekleme ümidi olmamıştır, şöyle ki bir annenin büyüyen bebeğine duyduğu sevgi gibi içten gelen bir fedakarlık örneğinde ise bu çok rahat görülebilir. Sevgi her şeye duyulabilir bir insana bir hayvana bir bitkiye ya da bir eşyaya; ama Aşk böyle değildir.Bugüne kadar kimse ben bu çiçeğe aşık oldum ya da ben anneme aşık oldum gibi bir atıfta bulunmamıştır bunun nedeni ise burada yatmaktadır: Aşkın her zaman bir beklenti içerisinde olması bir takım arzular, beklentiler ve zevkler uyandıran bir şey olmasındandır. Kimse gerek fiziksel gerek ruhsal birlikte olmak istemediği birine aşık olmaz bu yüzdendir ki bir beklenti olmaması elde değildir.


12 Şubat 2015 Perşembe

Darwin'i ve Evrim'i yanlış anlamak ve algılamak..

Evrim nedir? Darwin Kimdir?

Evrim kelime anlamına göre değişim ve gelişim demektir.  Gerek canlılar üzerinde gerekse cansız varlıklar üzerinde zamanla oluşan fiziksel veya kimyasal değişimlere evrim denebilir.

C. Darwin, 1859 senesinde Türlerin Kökeni adlı eserini yayınladığı zaman büyük bir yankı uyandırmıştı. kendisine milyonlar saldırmıştı ve bu tepkiler hala sürmektedir. günümüzde bu eleştiriler daha da azalmış ve Evrim Teorisi'nin gerçekliği kat ve kat artmıştır/artmaktadır. Darwin'in görüşlerinden yola çıkarak kendilerine Darwinci, Evrim bilimci, Evrimci diyen Bilim adamları ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlileri Richard Dawkins ve Propotkin'dir
Propotkin kendini anarşist olarak tanımlıyor ve görüşlerine şunları da ekliyordu: ''Doğada yardımlaşma da Doğal Seçme kadar yaşamsal bir işlevdir.''

Evrim denildiğinden insanların hemen hemen büyük kısmının aklına ''İnsanların, Maymunlardan geldikleri'' fikri oluşur. Burada en büyük yanılgı insanların maymun geldikleri fikridir. Darwin'in burada bize gösterdiği en temel düşünce şudur: ''İnsanların ile Maymunlar ortak bir aradan gelmiştir ve daha sonra farklı türler olarak ayrılmışlardır.''  günümüzde şu an neden maymunlar insan olmuyor, insanlar neden maymun olmuyor gibi saçma düşünceler ve ironi dolu laf vurmalar bu düşünce ile çürütülüyor.

Bulunan İlk insan kemiklerinin günümüz insanlarına göre fiziksel olarak değişimleri olduğu bulunan arkeoljik kazılar sonucunda ortaya çıkmıştır. Günümüz modern insanlarının kafa taslarının daha küçük oluşu buna güzel bir örnektir. Oysa ilk insanların kafaları çok daha büyüktü.

Evrim Teorisi, İnsanların Adem ve Havva'dan geldikleri fikri ile taban tabana çatışmaktadır çünkü ilk insan olarak algılanan Adem ve Havva birçok Müslümana göre bizim gibi modern insanlardı. Burada genel inanış Adem ve Havva'nın normal insan olduğu yönündedir

Darwin bize bir insan hem Tanrı'ya hem de Evrim'e inanabilir derken acaba ne kastediyordu?

yazımızı bitirmeden Darwin'in doğum gününü kutlamamak da olmazdı...
,
İyi ki doğdun Charles Darwin..


Charles Darwin

Bir şair vardı: Yesenin

Maalesef kendisi bir ruh hastasıydı, bu kadar lirik şiirlerin çıkmasının sebebi de budur. ruh hastası olmak sapık bir katıl olmak demek deği...